28 Şubat 2010 Pazar

Buuğt

Ya yazacak çok şeyim var toparlayamıyor, bilemiyorum ne yazacağımı yada zaten bi bok etmeyecek yazacaklarım biliyorum...
Şikayetlerim var çokça; işten, aşktan, sevgiden, memleketten ama en çok kendimden...
İşte mutlu değilim. Patron şirketimiz aile şirketi olma yolunda ve bundan zarar almadan atlatmam imkansız, ee ne yapmak lazım o zaman çözüm varsa bulalım değil mi? yok! klasik taktik bekle ve gör (tabi bu başlık altında muhtemelen beklerken aslında istemediğim şartlara yavaş yavaş alışmış olacağım, çok da şikayet etmez hatta bazen empati ile hak verir bir ruh hali alacağım). Ayrılan mühendislerimizin arkası nasıl toplanacak diye düşünmek neden benim işim onu anlamıyorum ve patronun görevi değil midir kaynaklarını iyi değerlendirmek? bu zor zamanda nasıl ikisinden birini tutamazsın, bağlayamazsın şirkete anlamıyorum... kızgınım, kırgınım ama en beteri ben bu işten sıkıldım... sektör dışı her türlü iş teklifine açığım, çalışkan, sorumluk sahibi, alık derecesinde verici, bekar, evde bekleyeni olmayan, hayatının belki de en verimli dönemini geçiren bir mühendisim... imdat...
"Şu dönem de geçsin", "şunu da yapalım"," ah bunu da atlattık mı" vb. motivasyon mottoları bizi bugünlere getirdi. Ama ışık gelecekse ne yandan gelecektir, ne kadar uzağımızdadır, bilmiyorum. Ve "ben yoruldum".
Cuma akşamı arabayla değil vapurla geçtim karşıya... beklediğim ve şaşırmadığım o ruh hali; insanlar, hayat, güzel, çirkin, genç, yaşlı, öğrenci, sekreter... ama ben orada yokum, oynamıyorum o oyunda, kendi tercihim aslında biraz bilerek biraz maalesef...
Sonra cumartesi bir doğum günü, doğumgünü kızı bizim hesapla 23'ü kutluyor, masadakiler de ya yeni kutlamış yada o da iple çekiyor o günü... bir ben, bir kaan, biraz da gökçe var o kadar... gerisi başka, gerisi... biliyorsunuz işte... evimde mutlu oluyorum sonra, fazla iletişime de ihtiyacım yok aslında, uzun telefon görüşmelerine geyik dışında tahammülüm hiç kalmamış...
Evet, gelmişim bir yere ama sanki bu yer öyle pek matah biryer değil...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Turkuazoo

Eskiden filmlerde görür özenirdik de deniz akvaryumlarına... Vatozların, köpekbalıklarının üzerinizden geçtiği deniz atlarıyla göz temasının kurulabildiği mavi tonlarında yerlerdi bunlar... Artık Türkiyemizde de Forum Alışveriş Merkezi'nde konuşlanmış bir örneği mevcut bu akvaryumların. Birkaç aydır faaliyette hepimize hayırlı, uğurlu olsun.
Kardeşimle Ikea seferi düzenleme kararı almıştık geçen hafta, hazır gelmişken Turkuazoo'ya da girelim dedik.
Daha yenilerde Berlin'deki örneğine gitmiştik birlikte yani öyle içeride uzun uzun zaman geçirmek, balıkları seyre dalmak gibi bir niyetimiz yok. "Bizimkiler ne yapmış, nasıl yapmış onu görelim" ve "canım memleketimizde bu ve benzeri oluşumları destekleyelim de insanımızın da vizyonu genişlesin" tadında bir tutum içerisinde girişe yöneldik. Kaan'ın parası yoktu, 25 TL/kelle'den 50 TL'yi bayılarak hızla içeri yollandık. Klasik fotoğraf mahalini hızla geçerekten küçük akvaryumlara ulaştık.
Akvaryumların hepsinin önü tıka basa insan kaynıyor, foto flaşları akvaryum mavilerine ton katıyordu. İnsanların sayısı şaşkınlık veriyor, Türk insanının 75 TL'lik aile paketini alıyor olmasına akıl sır erdiremiyorduk. Okullardan düzenlenen gezilerle otobüs otobüs ilkokul-ortaokul öğrencileri günün keyfini çıkarırken Arap turistler alışveriş sonrası turlarını yapıyorlardı. Bakıyoruz heryer insan kaynıyor, hızla devam ediyoruz parkurda, amaç "keşif zaten". Karşılaştırmalı yorumlarımız bazen takdir bazen tenkide kayıyor. Çıkışa ulaşmamız toplam 20 dk. kadar. El sallıyoruz....
İşlerimizi hallettik, evdeyiz artık, önceki günün yorgunluğu pazar trafiğinin gerginliği biraz hırpalamış bizi... Aramızda yorumluyoruz günü, Turkuazoo'ya giriş sebebimizi ve amacımızı...

Sonuç: Giren = 25x2 = 50 TL
Çıkan = Naif

7 Şubat 2010 Pazar

Çarşaf nevresim...

Bir zamandır kendim şüphelenmeye başladım, moralim bozuk, sinir eşiğim düşük, keyifsizim, herhangi bir eylemde bulunmak istemiyorum... Bugün pazar, bana ait tek gün hayatımda, ne dışarı çıkmak ne evi toplamak, ne berbere gitmek ne de duş almak istiyorum...
İstemiyorum...
Kaan'la takılmak istiyorum, TV karşısında, wii karşısında, film izleyerek oyun oynayarak birşeyler atıştırarak geçirmek istiyorum.... Yorulmak istemiyorum, beynimi ve bedenimi ziyan etmek de istemiyorum....
Artık yatağımı paylaşmadığımdan kimseyle daha bir özensiz oldum... Bilmiyoru ne zamanda özene bözene çarşaf nevresim değiştirmiştim. Renkleri çok uyumlu değildi ama olsundu kim görecekti ki!
Bugüne gelirken yorganla her gece ilginç mücadelelere girdim, yavaştan düğmeleri açılmaya başlamıştı nevresimin. Boğuşmalarımız bizi geçen haftaya kadar getirdi, yorganı soyup soğana çevirdiğim güne kadar... Sonrası barış içerisinde geçti, nevresim de ayrılmadı yataktan ama artık birlikte olmadıkları kesindi...
Artık değiştirmem gerekiyor sanırım nevresimi, her ne kadar külfetin kralı olsa da... Sanıyorum çünkü aslında bir ihtiyaç olduğundan emin değilim, kimseyle de paylaşmayınca da oooo bana ne!!!!!

devam ediyor....

Elimden gelen herşeyi yaptım durdurmak için arabayı, vitesi büyültüp geri küçülttüm, freni pompaladım ama yok yokuşun bitişindeki yola doğru kaymaya devam ediyorum. Ayağım frende elim kornada, kendime kızıyorum "salak selektör yapsana kornayı kim duyacak" diye...
rtık şansıma güveniyorum belki ben tam yola inerken bir ara gelmez yolun karşısına kadar giderim bu sayede yada burundan vursalar belki ciddi bir hasar görmeden atlatabilirim diye...
Rampanın yola kavuştuğu noktada donuyorum araba ile birlikte, sağ ayağımı frenden çekemiyorum durmuşum oysaki artık kaldığımız yerden devam edebiliriz.... Bir dakika kadar ayağımı fren üzerinde yumuşak ve dengeli tutamıyorum. Ayağımı kaldırır gibi olduğumda arabanın hareketlenmesi ile freni köklüyor sağ ayağım, kontrol henüz bende değil anlaşılan... Ama 2 dakika sonra köprü trafiğindeki yerimi almışım, hiçbir şey olmamış gibi...
Son 2 metresi kuru olmasaydı o rampanın kim bilir nerelerdeydik şimdi!