28 Aralık 2010 Salı

bir tespit de benden...

evet, bugün işten makul bir saatte çıktım.... sonuç yine hüsran... ne işime yaradı derseniz daha erken sarhoş oldum diyebilirim... başka? evde makarna yaptım yedim, bi de bunu sayalım isterseniz...
başka kafalar lazım bana, bambaşka farklı bir perspektif... yoksa aha böyleyiz, şimdide kalırım, ne bir adım ileri ne bir adım öteye...
derslerin alınacağı zaman yakındır, az bekle tolga... az kaldı çözeceksin bulmacayı... tek çözümü olmasa da...
ama olmazsa sorun değil, sanki yalnızlığı da çözmüş gibisin... mutsuzluğu ile birlikte... amaç, arzu bir de hedef vardı! neredesiniz lan? hem de en ihtiyaç duyduğum zamanda silinip gittiniz...
bu arada alacak olan varsa diye yazıyorum; Vinkara Cardonnay sakın ha!!! felaket.... karafta beklese dahi :)...
Haftasonu Bursa'dayım, 2010 ve 2011'de mutluluk yaşamak için...

19 Aralık 2010 Pazar

Çay saati...

Sevgili kardeşim bir işi yaptı mı tam yapıyor, hakkını teslim edelim. Bu aralar içki ve dumanı azaltmak için bir uğraş içerisinde...
Nasıl yaparım, nasıl ederim diye düşündü herhalde. Ve buyrun çözümü aşağıda;
ginkgo biloba, papatya, nane limon, ekinezya, earl grey, karışık bitki, berrak yeşil, tarçın karanfil, english breakfast ve elma....
Çay servisi de yapan kahveci zincirlerinde dahi bu kadar çeşit yoktur iddiasındayım... Neyse hepsi iyi bir amaç uğruna...


15 Aralık 2010 Çarşamba

Kötü bir akşamın ardından...

Yaklaşık 21.5 yıl üzerinde çalıştığımız projemizi 6 ay önce teslim ettik. Kontrolörlük, uygulama, revizyonlar derken çok kalbimiz kırıldı. Ama durmadık, devam ettik... Bu akşam geçirdiğimiz toplantı bizim için çok ama çok çirkindi. Bu yaşta bunu yaşamak ders çıkarmak için iyiydi derken, sinir sistemime ve mesleki onuruma ağır darbe vurdu. Canlar sıkıldı fazlasıyla ve önümüze sunulan o meşhur değnekti. Ya prestij kaybı kabul edilecek geri adım atılacak yada kendi cebimizden projenin çok önemli parçasını revize etmemiz istenecekti... sadece zaman çalabildik stratejimizi gözden geçirebilmek için...
Bunlar akşamın değil belki önümüzdeki yılın da en kötüleri olmaya aday...
Şişli'ye ulaştıktan sonra evde ekmek olmadığı geliyor hatrıma, aç kalacak değilim marketleri birbir geçerken bira tedarikçimiz tekele giriyorum biraz muhabbet eklemek istiyorum ekmeğe belki. Ekmeğin var mı sorusuna cevabı olumsuz abimin... iyi diyorum o zaman biralarımı alayım bari, adedi soruyor, cevabım 6. İki torba alıyor geliyor yanıma buzdolabının başındayken... İkişer ikişer alıyoruz biraları, 6 tamam derken, diğer torbaya da 2 tane koyarken tamamdı diyecek oluyorum.
Bunlar da hediye diyor!!! Sorguluyorum, yok gerek yoklar sıralıyorum.
Kasada alıyoruz soluğu, ödemek istiyorum, "yılbaşı geliyor ya" diyor... Kocaman bir gülümsemeyle çıkıyorum tekelden... :)

8 Aralık 2010 Çarşamba

kahkahalari

evet kahkahalari.kaydeden.kadar sevmek hayati... yadA sadece aevmek olani oldugunu ve.sevmek sevgiyi de.sevmek

22 Kasım 2010 Pazartesi

Fazla oluyor...

Öyle kibar ve nazik davranıyorum ki hayata, dokunmuyorum bile yanımdan geçip giderken. Avuçlasam bazen şöyle sıksam... fena mı olurdu?
Kimsenin canını sıkma, kimseye ters düşme, sineye çek hayatı, kork erişmekten az ötendekine.
Nezaketin bu kadarı da fazla...

13 Kasım 2010 Cumartesi

Pastoral = Çobanlama (TDK)


Aslında fotoğraflarda göreceğiniz yer Azerbaycan'ın yeşil mi yeşil yaylaları...

Mesele şöyle bizi internetten bulan bir şirket yetkilisi köprü yaptırmak istemektedir. Proje ve imalatı için ihtiyaç duyacağımız bilgi ve çalışmalarla ilgili geri dönüş yapar, sonrasında arkadaşlara gereğinden biraz fazla destek de vererek ilişkilerimizi sürdürürüz.
Yaklaşık maliyetler, köprünün genel görünüşü, plan ve kesit derken "arazi resimleri ekte sanırım fikir sahibi olacaksınız nasıl bir kopru olabilir buraya" şeklinde yolumuzu aydınlatan bir eposta alıyoruz.
Olduğu gibi paylaşıyorum;







Güzel pastoral bir çalışma yapmışlar keşke fotoğraf çözünürlükleri daha yüksek olsaydı dedim, en azından masaüstüne atardım.

Ama tabi burada bitmiyor, yerleşimi düzenleyebilmek ve uygulamaya esas proje hazırlayabilmek için "vaziyet planı" talep etmiştik. Arkadaşlar bir parmak hamlesiyle bu sıkıntımızı da çözmüşler...



İşte köprünün yeri, bundan sonrası çocuk oyuncağı...

Not: Ben mevcut taşköprüye bayıldım. Umarım bizim yapmadığımızı başkaları da yapmaz...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bir dönem daha kapanıyor...

Çinekop sarıkanat olmuş tadına bakmak lazımdır, yağlanmış balıklar.

Cumartesi akşamı Emre ile Şirin el emeği göz nuru sofra kurmuşlar beni davet ettikten sonra. Afiyetle yedik sofradakileri, rakımız da Tekirdağ olunca tadına doyum olmadı desem yeri. Daha sık görüşmeliyiz diye de hayıflandım kendimce. Anlayan adam kolay bulunmuyor bilirsiniz.

Pazar günü ise Ortaköy Çınaraltı'ndayız şirket ekibi ile... henüz kendime yeni gelmişken rakı sofrasındayım yine...

Yetkin'in askere gidişi, Tarık'ın ayrılışı bahane amaç belki bir daha hiç toplanamayacak bu 6 kişiyle son bir kez beraber olmak, son bir kez demek. Yanında lezzetli mi lezzetli ızgara sarıkanat ve müteakip hamsi de cabası...
Henüz gün aydınlıkken oturduğumuz masadan 10 sularında kalktık. Muhabbeti, kahkası ve bir tutam hüznüyle unuttuk pazartesiyi o akşamlık.

Çevremde hareket bereket getirirken durayazdığımı görmek biraz burktu içimi. Aldırmadım diyemem bu kadar farkındayken durumun. Artık "biz hep buradayız" demek ve burada olmak da istemiyorum.

Varsa tutulacak ipleri hayatın şu miyopa bir el uzatan olsa...

Uzatmadan; lüfer için sözleştik ama umarım sarıkanadımızı çekmezler bu arada...

29 Ekim 2010 Cuma

Asıl tespit...

Pazar günüydü kapım çalındığında. Beklediğim özel biri yoktu, Kaan olsa gerek dedim. Kapıyı açtığımda yorgun bakışlı bir anketör çıktı karşıma. Çok sürmeyecek dedi içeri davet ettiğimde, merdivenin ikinci basamağına oturdu kalemini çantasından çıkardıktan sonra.
Birkaç soru sonra Mustafa Sarıgül'ün yaptırdığı bir anket olduğu aşikardı. Hizmetler, belediye, parti kurma vs. derken kişisel bilgilere geldi sıra.
Nerelisiniz? kendinizi nasıl tanımlarsınız? Dünyalı, Türkiyeli...
Hanefi, sünni, alevi? Dinsiz...
Ateist mi? Hayır insanlarca tanımlanmış dinlere inanmıyorum, ama Tanrı'ya inanıyorum. Deistim...
Hangi Tanrı? Dinlerinki değil, bir yaratana...
İdealist misiniz? Pardon... yok deist...
....................................
....................................
Hane geliriniz ne kadardır? * bin....
O zaman utangaç materyalistsiniz? Pardon (elindeki forma bakıyorum, anlamadım soruyu çünkü)?

Orada yazmıyor!!!!

9 Ekim 2010 Cumartesi

Salı-Perşembe

Hep Mariachi diyesim geliyor, duraksıyorum... "Olmeca"
Evet uzun zamandır görüşemediğim pek sevgili mutlu insan Öndal ile görüştüm salı akşamı. Elinde 1 lt. Olmeca ile geldi eve, öğlen baş ağrısı götürdü işe.
Evet Öndal okumak ister bunu; kustum hem de Öndal'dan 1 saat önce. Beni yerlerde sürüdü tekilasıyla...
Ama gece klozet başında kıvranan ben sabah lavabo başında son teknoloji harikası kağıt havluları test ediyordum. Öndal ise başı önde çöp torbasını tutuyordu mahzun mahzun...

Bazımız yolun yarısına gelmiş olsak da adam olamıyor işte. Ne içmesini ne kusmasını biliyor... :)

Çarşamba kayıp, perşembeden sonra hafta kısa,ne mutlu bana. Ama ders aldık bu hafta;
Tekila evde içilmez, muhabbeti uzatmaz.
Shot dediğin bir elin parmaklarını geçmez, zaten sonrasını sayamazsın.
Öndal sözünün arkasında durur, ne pahasına olursa olsun ... :)

?

Eski güzeller güzel gelmezken yeni güzelde eskiye öykünmek....
Aynı seste huzur bulmak ama yeniyi özlemek...
Birkaç satırda kendini kaybetmek ama yine de durmak...

3 Ekim 2010 Pazar

FilmEkimi

Bu kadarı da fazla!
Evet İKSV üyesi olmama rağmen yine önsatışı kaçırdım. Ama hiçbir makul filme makul saatte bilet kalmamış olması da fazla! Aaaaa....

Görmek İstediklerim

Kaboom
I saw the devil
Happythankyoumoreplease
Get low (torrent de 34 dk.sı kaldı)
Cyrus

Sadece "I saw the devil" a bilet alabildim bu sabah, gelecek hafta pazara...






Tespit...

Ruh halimi tartma ve yorumlama konusunda pek başarılı olduğum söylenemez...
Ama bu dönemde de basküle çıkmazsam bir daha çıkabilir miyim bilmiyorum.
Şöyle ki;
"mutsuzum".
Tabi dostlarım hiçbir zaman mutlu bir insan olarak tanımlamamıştır herhalde süreli dönemler haricinde.
Mutsuzluğumun sebeplerini aramam gerekiyor aslında ama tercihimi gündelik meşgalelerden yana kullanıyorum.
Neden mutsuzum? Çünkü amaçsızım. Neden amaçsızım? Çünkü hedefsizim.
Her insan gibi arzularım var, ben de mutlu bir hayat hayal ediyorum mesela.
Güzel bir ev, güzel bir eş ve güzel çocuklar belki.
Sonrası daha zor, bunları elde ettiğimde başkalaşıcak mıyım diye soruyorum kendime? Bunlar gerçekten beni bu kasvetli havadan çıkarıp alacak mı? Sanmıyorum, çünkü problemsiz bir hayatı hayal edemiyorum ve etmek de istemiyorum sanki. Her zaman çözüm bekleyen sorunlar olmalı gibi...
Kendi arzularım ya hiç olmadığından yada Konya ovasında karşı şeritteki aracın farı gibi bir görünüp bir kaybolduğundan kendimi kısa vadeli problem çözümlerine adıyorum.
Kısa vadede en iyi potansiyel iştedir tabi.
Çeşitli işler, gerekli gereksiz birikir önünüzde, liste yapar haftalık program belirlersiniz. Listede üstesinden gelinen çözülen problemi veya tamamlanan maddeyi işaretlersiniz bir tikle.
Kendi problemleriniz için hiç ortaya koymadığınız bir emek bu, daha doğrusu benim.
Ama nasıl olabilirdi ki? Böylesine kağıda dökülebilirler miydi mutsuzluk? Yada bir tikle listeden silinebilir mi hedefsizlik?
Şu an mutsuzluk mu yoksa hedefsizlik mi daha kapsayıcı onu dahi söyleyemiyorum.
Hiçbir zaman olmadığı kadar yardıma ihtiyacım var gibi... Özellikle kendimden...

16 Eylül 2010 Perşembe

Eski düzene geri döndük....



Yılın en keyifli günleri geride kaldı. Nereden çıktı demeyelim saat 20:30 itibari ile İstanbul'un trafik çilesine bir gözatalım yeter.

Bayram trafikten nefes alabileceğimiz son günlerdi sanırsam. Eski düzen havanın kararmasına rağmen ofiste oturup trafiğin geçmesini beklemek zorunda kaldığım düzen. Bilmem kaçınız aynı çileyi çekiyorsunuz?

Ben ki Anadolu'dan Avrupa'ya geçmeye üşeniyorum, tersi istikametteki arkadaşlara sabır diliyorum.

Sadece trafiğin yoğunlaşması yada günlerin kısalması değil eski düzen... Yaşanacak saatlerin tükendiği, evin sığınak olduğu, soğuk biranın yerini kahveye bıraktığı, haftasonlarının kaçamak için göz kırpmadığı (evet yazın her haftasonu bir yerlere kaçtım!) düzen...

Ofisin havası ağırdı bugün, belki biraz bu sebeplerden derdim ama değil... Geriden takip eden maaşlarımızın son bulduğu geçen ay yaşanan prim sevincinden! Efenim, patron geçen ayın son günlerinde zarf sayısını karıştırarak 1 yerine 2 zarf teslim etti ofisteki alacaklılara...

Ben ayın sonu gelirken hazır giriş varken ileriye dönük ödeme tahmininde bulunmuştum ama ofiste olmadığım birkaç saatte muhasebenin de yadsınamaz katkısıyla 2. zarfın iş bitirme primi olduğu kanaatine varılmış. Haftalar geçip devran dönünce ortaya çıktı işin foyası... insanlar maaşlarını sorarken...

Bu ayın maaşları zaten ödenmiş, 2. zarf prim mrim değilmiş. Havadis soğuk hava estirmedi şirkette, soğuk duş etkisi yaptı. Ha, prim bekleyen mi vardı? yoo... herkes maaşını zamanında aldığına mutlu olurdu zaten, yok öyle büyük beklentiler... ama çok oynadığı için doğumgünü hediyesi elinden alınan çocuk ortamı oluştu malesef...

Şaşırdım mı? kesinlikle hayır! hatta beklentim işlerin bu şekilde gelişeceği yönündeydi... Oyuncağım mı? Oynamıyorum ki!

İletişim efendiler, iletişim. Açık ifadeler, düzen, tutarlılık; bunlar erdem...

14 Eylül 2010 Salı

Videodan vazgeçtim....

Defalarca denememe rağmen malesef video yüklenmedi ve ben de vazgeçtim... O zaman birkaç resim size..



.


11 Eylül 2010 Cumartesi

Yüzüğü de taktık...

Pek bir hareketlilik olmayınca hayatımda paylaşacak, Kaan'dan ödünç alıyorum yaşamı.
Gerçi haksızlık etmeyeyim kendime evlendirecek kaç kardeşim var daha?
Her neyse, yaz sıcağında bayramı düşünerek yapılan tatil planları şu veya bu sebeple zaten suya düşmüştü. Bu söz meselesi de kısa mesafeli kaçışların çekiciliğini bastırınca bu bayram da harcanan tatiller furyasına katıldı, evde yuvarlanma moduna geçildi.
Günün kahramanları yine Kaan ile Gökçe, bu sefer biraz daha şık hem misafir hem de ev sahipleri... Biraz daha rahat ortam, babam "viski" sözcüğünü kullanırken Cemal Bey de "rakılı" bir espri yaptı anason üzerinden. İyi bunlar rahatlatıyor ortamı farkettirmeden; duvar yıkmasa da, pencere açıyor...
Babaannem de var bizim ekipte bu sefer ağır top niyetine... Gökçe'nin de arkadaşı gelmiş ilave olaraktan...
Kaan ve Gökçe'nin pastasını görelim şimdi...
Teknik sebeplerden dolayı videoyu daha sonra yükleyeceğim... Söz

Edit: Video yüklendi...


29 Ağustos 2010 Pazar

Kız istedik...

Kaan ile Gökçe'nin bir yuva kurmaları yolunda ilk adımlar atıldı. Dün akşam aileler tanıştırarak kız isteme ritüeli gerçekleştirildi. Babam pek de haz etmediği bu sosyal etkinlikte hazırlanmamasına rağmen fena değildi. Annem her konudan birkaç bukle sundu bunların da birkaçı anlaşıldı evsahiplerince sanırım. Ben biraz uzak durmaya çalıştım, çok beni bağlayan bir durum yoktu nihayetinde...
Kaan biraz heyecanlı olsa da iyiydi, kafada kurup kurguladığı için bu süreci ve ilerisini, rahatlamış belli ki.
Daha önce konuşmuştuk kahve sırasında isteriz diye. Babam kahveyi içiyor ama baktım ağzından "Allah'ın emri..." ile başlayan cümle çıkacak gibi değil. Az biraz kaş göz ettim, anlamadı tabi. Neyse kahvelerimiz bitti babam gecenin cümlesini patlattı "Allah'ın emri, peygamberin kavliyle büyük kızınızı küçük oğlumuza istiyoruz"...
Eve dönüş yolunda babamdan itiraf geliyor : "karıştırmamak için öyle dedim"...
Evet, tabii herkesin dediği gibi "darısı başıma" ama şimdi Kaan ve Gökçe'ye çıktıkları yolda mutluluklar diliyorum ve unutmamak lazım benim yolum da ara ara keser o yolu...

Bu da geceden bir foto

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bir dönemin sonu

Pazar günüydü, aynı günü haftanın, geldiğin gün gibi...
Pencerenin kenarında koşturuyor, oynaşıyordun ama senden biraz sıklımış pirelerindense bıkmıştım. Ayağın kaydı, gözgöze geldik biran ve sen düştün. Zarar gelmeyeceğini biliyordum sana, dahası seni kendim dışarı atamayacağımı da...
Sen gittin, ben göndermedim... Sokak yeniden yeni olmuş sana, koklayarak başladın kaldırımdaki pislikleri, birkaç adım attın öteye sonrasında birkaç adım beriye, dönüp bakmayınca sen de geriye, çekildim pencereden usulca... Güle güle dedim sana el sallamadan zaten anlamazdın ya.. :)
Sabahları sokakta karşılaştık sen tanıdın beni, ben de tanıdım ama eğilip uzatmadım sana elimi... Bittiğini anlatmak istedim sana geceleri camdan kuru mama atarken... Ama her sabah çıkarken kapıdan seni görmek, sağlığından emin olmak istiyorum sana belli etmesem de... ve sen iyisin, inan bana ikimiz için de en iyisi bu...
Bir dönemi daha kapattın senin varlığınla yokluğun arasında, ama bana ne kaldı dersen ancak birkaç pire...
Güle güle kedi...

18 Temmuz 2010 Pazar

Pazar




Sanki daha yalnız geçecek pazarlarım artık. Kaan'ın tektaşı, yorgunluğum ve bilinmezlerim sonrası. Sabah yine erken kalktım, Bengisu'yu aradım skype'tan pek kısa sürebildi görüşmemiz biliyorum evleri kalabalık, muhabbet de bol...

Evde birşey kalmamış markete gittim, dört torbayla kapı açmanın zorluğunu bilirsiniz... tam o sırada basmaklarda beliren 3 aylık tekir yavruya engel olmadım apartmana girerken... dairemin önünde daha davetkardım sanki, içeri gelsin istedim. Prrlamaya başladı içeri girince, ben de biraz süt biraz sucuk koydum önüne... sucuğu dilim dilim yiyemezdi parçaladım tırnaklarımla, çok da aç değilmiş az biraz kemirdi, birkaç şapıdı yine peşimde dolanmaya başladı... aslında yemek için gelmemiş gibi... sanki o da yalnızlıktan bıkmış, sürtünmek, sevilmek istiyor... sere serpe uzanıyor beyaz halımda bir çiş ve havada yakaldığım bir puğ hadisesi dışında sorunsuz... ha bi de sofraya benimle birlikte oturmak istedi ama kendi yerinde minik ekmek dilimi üzerine sürülmüş taramanın tadına bakmak da rahatsız etmedi bence onu... sonrası yalanmak, prrlamak ve kucak (hem de gazetemi okurken)... cama çıkıyor şöyle bir bakıyor sokağa gitmek için mi ama miyavlardı diyorum, sevdim keratayı diyorum...

Eğer geceyi birlikte sorunsuz geçirirsek isim verebilir, onu hayatıma ortak edebilirim belki... ne dersiniz? bitik pille birkaç foto çektim istediğim pozu yakalayamasam da... bakın işte bu şirin tekirim...






13 Haziran 2010 Pazar

Sandviç

Sabahları poğaça yemekten sıkıldığım zamanlar evde sandviç yapıp yolda yeme yoluna gidiyorum. Evdeki malzeme çeşitliliği de doğrudan sandviç kalitesine yansıyor tabii. Ama mesele bu değil....
Sandviçlerde genelde jambon, kaşar yada çeçil, domates yada ezmesi, fıstık ezmesi gibi malzemeleri kullanıyor sonrasında da mikrodalgada 350W ta 2-3 dk. kadar ısıtıyorum. Çıkan sıcak sandvici özenle kağıt havluya sarıp poşete atıyorum yolda trafiğin yoğunlaştığı bölgelerde çıkarıp yemek için...
Sandvici torbadan çıkarıyorum, akışkan kaşar ile kağıt havlunun bölgesel olarak birbirine geçtiği görülüyor. Ama o an biliyorsun ki en lezzetli malzeme o kaşar... Kağıt havludan ayırmaya çalışıyorsun kaşarı, kayıp vermemen gerek, dikkat et!! Biraz debelendikten sonra kaşar kaybı yaşanmadığı görülmekle birlikte güzelim sandvici orasına burasına kağıt havlu yapışmış vaziyette kaşarın tadını bastırır şekilde mideye indirmek: işte bu açgözlülük...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

189

Keyifli bir günün ardından Şişlideki evime doğru yürüyorum... Arkamda bir grup delikanlı ve duyduğum muhabbet
- Kaç kızla çıktın bugüne kadar? söylesene
- Bilmiyorum çıktım bayaa
- Nasıl bilmezsin adet söyle bana bak ben 189 hatunla çıktım, hepsinin resimleri var.....

Ben 189 farklı hatunla konuştuğumu sanmıyorum...

Limonatanın ekidir...

Fransa'nın kapitülasyonları Lozanla kaldırıldı ama geçen pazar beni yerde yatırıp, uludağ limonataya işeten zihniyet klozeti götlerini sildikleri tuvalet kağıtları ile tıkayınca bu vatan evladına kaldı klozeti yerinden sökmek ve gideri boşaltmak onlar Caddebostan sahilde takılırken...

Teşekkürler Gökçe'nin Fransız misafirleri...

Not: 2 saat içinde yarım rulo harcamışlar görünce anlamıştım başıma geleni...

Yazamadıklarım...

Atçeken'i evermek...

30 Ocak'ta nişan yemeğiyle başlayan geçen cumartesi nikah töreni/kokteyli ve akşam rakı muhabbeti ile tamamlanan süreçten birçok masrafla beraber daha mutlu bir yaşam filizlendiğini düşünüyorum Emre ve Şirin için. Emre'nin hayatında olduğu için Şirin'e ve Şirin'i hayatına alıp bizimle tanıştırdığı için de Emre'ye teşekkürler.
Mutlu, mesut ve benle dolu bir hayat diliyorum kendilerine...

Teşekkürler Deniz

Yeni çalışma arkadaşımız Deniz. İşten geç çıkınca benimle birlikte Şişli'ye geçiyor. Yolda da zaman yettiğince anlatıyor kendini...
Boş zamanlarını nasıl değerlendirdiğini sordum (ben bilemiyorum ya) dün akşam.
Gardrobunu düzenliyormuş mesela, "nasıl?" dedim, çok uzağım anlamadım; gardrop, dolap vs. nasıl düzenlenir hem de periyodik.
"Renklerine göre diziyorum" dedi, "açık renkten koyu renge göre", "uzun kollularla kısa kolluları da ayrı diziyorum askılara"...
Duraksadım bir an için kısık sesimin yettiğince kahkaha atmaya başlayana kadar...
Kahkaha atmamda sakınca olmadığını hissettirdiği ve alınganlık yapmadığı için, daha çok kahkaha için detaylarını sorguladığımda anlatmaya devam ettiği için...
Teşekkürler Deniz...

9 Mayıs 2010 Pazar

Limonata

Bugün kendi evimde sıkışıp uludağ limonata şişesine işediğim gündür... 750 ml kadar doldurulmuştur...

27 Nisan 2010 Salı



boşluk genişliyor, genişliyor, genişliyor...
boşluğumu boğasım gelmiyor, darlayasım gelmiyor, ben boşluğuma sevdalıyım...
kendime söyleyemedim sorulduğunda defalarca ağzımdan çıkanları ama; boşluğum büyüyor, yalnızlığımla beraber...

güzel resimler çizemiyorum, güzel anılar paylaşamıyorum ama güzel bir insanın resmini paylaşıyorum...


25 Nisan 2010 Pazar

dayakistiyorum

son bir kez otursaydık masada, gülseydik heyecan dolu geçmişimize...
bugün artık daha kolaydı gülmek bilince seni, beni, bizi...
barışmıştık olamayanla, oldurulamayanla...
son bir kez paylaşsaydık ortak geleceklerimizi sadece hayali için...
son bir kez biz olsaydık, son bir kez...

hepinizi seviyorum...

28 Mart 2010 Pazar

A6 QUATTRO

İş para kazanmak için yapılır, özellikle işçiyseniz. Bazı alık arkadaşlar işçiyi fibrikadaki mavi yakalılarla eşleştirseler de kendileri de boru gibi işçidir. Hatta sendikasızlardır çoğu daha bir boktandır aslında.
Öyle bazılarının işlerini çok sevdiklerinden yaptıkları yalandır, fasaryadır, siktir oradandır. Ancak can sıkıntısı için geçici çözüm üretme platformudur. Hiçbir para sıkıntsı olmayan adam başkasının kahrını çekmez, başkası için kendi canını sıkmaz. Para sıkıntısının söz konusu olmadığı hayallerin setleri genelde cafe, şarküteri ve iddia bayileridir, kasadadır.
Efenim, 3 gün sonra yeniden ay dönmekte, içerideki maaş çiftlenmekte... Ofisçe tabii... Türkiye'nin en büyük sektörel işini yapıyor olmamızın bir anlamı yok bizim için... Ofis teknik personelin yediği içtiği sıçtığı, yiyeceği aylık 36-38 bin ediyor hesabımla...
2 ay desen 60 bin(masrafları düş baba) borcu var amcaların bize anlayacağınız...
Audi güzel arabalar üretiyor, kalitesi sorgulanamaz tarzı takdire şayan... Bizde A3 diye başlıyor binekler A8'de son buluyor. Yurtdışında sanırım A1, A2 de varmış ama altına imza atmam. A6 güzel bir makam otosu olur bakanlarımıza mesela, veya kurumsalda genel müdürlere yakışır. Kurumsaldaki bu amcaların en dandiklerinin yılda idare ettikleri cirolar herhalde onlarca milyon turkish lirasın altına düşmez.
Bir de bizim gibiler var, taş çatlasa yıllık cirosu 2 milyon liras olacak bir müessese. Ama biz farklıyız. Çapımızı bilmeyiz, öyle galeriye ayak basınca A6'dan aşağısı kesmez. 2000, 2700 cc de yetmez. Gider mi lan o araba, en az "3000 cc" olacak. "Quattro" olacak bi de, "oğlum bi de tiptronik koy oradan". Bu araba kaç para eder bilir misiniz ey ahali? "95 bin €", "you do the math" derler ama yormadan KOCAMAN 200.000 turkish lirası yazayım ben sizin için. Bu arabanın 2000cc si alınsa edeceği "65 bin €". Aradaki 30 bin € teknik personelin 2 aylık maaşı işte. Daha genciz daha çok ders alacağız.

Unutmayın herşeyi menfaatleriniz doğrultusunda planlayın.
Duygusal bağ kurmayın, yeşillere bakın.
Kendinizi heba etmeyin.
Başkalarından güzellik beklemeyin.
Şahıs şirketinden uzak durun, aile şirketinin kapısından içeri girmeyin. Bir patrondan daha kötüsü çok patrondur.
Yetersizlere yetersiz olduklarını söyleyin.
İşiniz bittiğinde ceketinizi alıp giderken yarattığınız bütün katma değerin kimde kalacağını aklınızdan çıkarmayın.

Bu kadar yeter...

24 Mart 2010 Çarşamba

Düğme

Ofiste önünde uzun kuyrukların oluştuğu bir erkekler tuvaletimiz var. Eee tabi kullanım sıklığı arttıkça bazı tatsız olaylarn yaşanılması da kaçınılmaz. Bundan yaklaşık 3 hafta önce bir arkadaşımızın pantalon düğmesi malesef ki klozete düşmüş. Önceleri ilgiyle baktık bu yüzmeyen düğmeye... metal olduğundan yüzmüyor... düğme yerini sevmiş olacak ki o kadar tazyiğe, aside, taarruza rağmen yerinden oynamadı bile... kapağı açtığımda artık düğmeyi görmeye o kadar alıştım ki, sanki giderse özleyeceğim düğmemizi...

12 Mart 2010 Cuma

Sonunda

Beklemiyordum kendimden, istemezdim de, pişmanım inanın. Ama bir boşluğuma geldi... Artık fazlasıyla birikmiş olmalı ki tutamadım o an kendimi... Odama gitmiştim döndüğümde şişeye uzanan elini gördüm, beni gördüğünde duraksayacağını umdum, durmadı. Birkaç adımda yanında olacağımı biliyordum, adımlarımın temposu hiç değişmedi, şişeye uzandım sağ elimle, kızgındım, hiddetlendim. Yeterdi, durdu, olmadı. Sol elime engel olamadım, öğrensin mi istedim...
---------------------------------------------------------------------------------
Şimdi özür diledim ama gerçekliği nerede bilemiyorum, bitsin istiyorum... İyi olsun istiyorum, seslerini, iniltilerini dinlemek istemiyorum. Söz verdi, yine, yeniden...

Bunları yazdım artık, bir daha okumamak dileğiyle...

6 Mart 2010 Cumartesi

Samanyolu TV

Geçen hafta kanallar arası zap ederken bu dindar, mutaassıp izleyicinin kanalında şöyle bir hikayeyi izledim (bunlar hakikaten insanlar ders çıkarsın böyle hatalara düşmesin diye hazırlanan programlar bu arada);

Genş kızın anası yakınlarda vefat etmiştir ve bunun etkisinden kurtulamamıştır, gündüz gözüyle anasının ak hayalini görüp onunla konuşmaktadı falan... Kız tabi bu garip ruh hali içerisinde çokserseri "cafe" işleticisi ile meyva suyu, çay içmekte, kısacası çok fena günahlara yelken açmaktadır.
Tek amacı kadınların ırzına geçmek olan bu işletici birgün cafede meyva suyu masasında kızla buluşur, ama "başı ağrımaktadır", kız meyva suyu isteyince "al benimkini iç" der.
Kız içer...
Tabii baş dönmesi fenalaşma derken eleman hatunu cafeden dışarı çıkarır, artık art niyetli karakter hatuna bi güzel yağlayacaktır. Tren yollarından falan yürürler baya, hatun bi ara "yapma, ne olur, yalvarırım" falan deyince elemanın cevabı tokat gibi yapışır
-"gezip tozarken iyiydi ama, hadi yürü bakalım"
kız iyice taakatten düşmüştür, o an birden ak anası belirir, "kızım it onu" der, arkadan tren yaklaşmaktadır, "it onu kızım var gücünle it", hatun herifi iter, herif tren üzerinden geçince ikiye bölünür. Kız kurtulur, ooohh be, adam ikiye bölündü kız kurtuldu.
Yıllar geçer, tam tamına 7 yıl, hatun babası ve kızıyla dondurma almaktadır. Küçük kız arkadan dilenen adama takılır kalır, üzülür haline, "anne, bu dilenciye yardım edelim der"
anne yerde bacaksız dilenen adamın yüzünü görür görmez hınçla,
"bırak kızım onu, onun yardıma değil Allah'tan af dilemeye ihtiyacı var" der.
Yani bu mutaassıp kanal izleyicisi seneler önce işlemediği-işleyemediği bir suçtan ikiye bölünen ve ömrünü dilenerek geçiren bu adamı tam 7 yıl sonra da affedememektedir.
"İşte din budur" dedirten humanizmin son vagonuna uzaktan bakan anlayış. Alkışlar nefret için geliyor. SiTV'ye teşekkürler, nerede durduklarını daha bir belli ettiler.
Kimin haklı olduğunun sorgulanmasını yada adalet dışında haklılık ifadesinin kullanımını yanlış buluyorum sanki. Yaşanan onca olay ve atlatılan badireden sonra iki farklı görüş iki farklı zihinde daha bir yer ederek olgunlaşıyor gibi. Haksızlıkları yaşayan farkındayken yaşatan farkında değil ise yaşatanı suçlayabilirmiyiz? Yada yaşananların intikamını almak isteyen yılların ezilmişini haksız görebilirmiyiz? Ben beceremiyorum... Yardım elini uzatacak varsa da hayır demem. Ama benden bu kadar...

28 Şubat 2010 Pazar

Buuğt

Ya yazacak çok şeyim var toparlayamıyor, bilemiyorum ne yazacağımı yada zaten bi bok etmeyecek yazacaklarım biliyorum...
Şikayetlerim var çokça; işten, aşktan, sevgiden, memleketten ama en çok kendimden...
İşte mutlu değilim. Patron şirketimiz aile şirketi olma yolunda ve bundan zarar almadan atlatmam imkansız, ee ne yapmak lazım o zaman çözüm varsa bulalım değil mi? yok! klasik taktik bekle ve gör (tabi bu başlık altında muhtemelen beklerken aslında istemediğim şartlara yavaş yavaş alışmış olacağım, çok da şikayet etmez hatta bazen empati ile hak verir bir ruh hali alacağım). Ayrılan mühendislerimizin arkası nasıl toplanacak diye düşünmek neden benim işim onu anlamıyorum ve patronun görevi değil midir kaynaklarını iyi değerlendirmek? bu zor zamanda nasıl ikisinden birini tutamazsın, bağlayamazsın şirkete anlamıyorum... kızgınım, kırgınım ama en beteri ben bu işten sıkıldım... sektör dışı her türlü iş teklifine açığım, çalışkan, sorumluk sahibi, alık derecesinde verici, bekar, evde bekleyeni olmayan, hayatının belki de en verimli dönemini geçiren bir mühendisim... imdat...
"Şu dönem de geçsin", "şunu da yapalım"," ah bunu da atlattık mı" vb. motivasyon mottoları bizi bugünlere getirdi. Ama ışık gelecekse ne yandan gelecektir, ne kadar uzağımızdadır, bilmiyorum. Ve "ben yoruldum".
Cuma akşamı arabayla değil vapurla geçtim karşıya... beklediğim ve şaşırmadığım o ruh hali; insanlar, hayat, güzel, çirkin, genç, yaşlı, öğrenci, sekreter... ama ben orada yokum, oynamıyorum o oyunda, kendi tercihim aslında biraz bilerek biraz maalesef...
Sonra cumartesi bir doğum günü, doğumgünü kızı bizim hesapla 23'ü kutluyor, masadakiler de ya yeni kutlamış yada o da iple çekiyor o günü... bir ben, bir kaan, biraz da gökçe var o kadar... gerisi başka, gerisi... biliyorsunuz işte... evimde mutlu oluyorum sonra, fazla iletişime de ihtiyacım yok aslında, uzun telefon görüşmelerine geyik dışında tahammülüm hiç kalmamış...
Evet, gelmişim bir yere ama sanki bu yer öyle pek matah biryer değil...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Turkuazoo

Eskiden filmlerde görür özenirdik de deniz akvaryumlarına... Vatozların, köpekbalıklarının üzerinizden geçtiği deniz atlarıyla göz temasının kurulabildiği mavi tonlarında yerlerdi bunlar... Artık Türkiyemizde de Forum Alışveriş Merkezi'nde konuşlanmış bir örneği mevcut bu akvaryumların. Birkaç aydır faaliyette hepimize hayırlı, uğurlu olsun.
Kardeşimle Ikea seferi düzenleme kararı almıştık geçen hafta, hazır gelmişken Turkuazoo'ya da girelim dedik.
Daha yenilerde Berlin'deki örneğine gitmiştik birlikte yani öyle içeride uzun uzun zaman geçirmek, balıkları seyre dalmak gibi bir niyetimiz yok. "Bizimkiler ne yapmış, nasıl yapmış onu görelim" ve "canım memleketimizde bu ve benzeri oluşumları destekleyelim de insanımızın da vizyonu genişlesin" tadında bir tutum içerisinde girişe yöneldik. Kaan'ın parası yoktu, 25 TL/kelle'den 50 TL'yi bayılarak hızla içeri yollandık. Klasik fotoğraf mahalini hızla geçerekten küçük akvaryumlara ulaştık.
Akvaryumların hepsinin önü tıka basa insan kaynıyor, foto flaşları akvaryum mavilerine ton katıyordu. İnsanların sayısı şaşkınlık veriyor, Türk insanının 75 TL'lik aile paketini alıyor olmasına akıl sır erdiremiyorduk. Okullardan düzenlenen gezilerle otobüs otobüs ilkokul-ortaokul öğrencileri günün keyfini çıkarırken Arap turistler alışveriş sonrası turlarını yapıyorlardı. Bakıyoruz heryer insan kaynıyor, hızla devam ediyoruz parkurda, amaç "keşif zaten". Karşılaştırmalı yorumlarımız bazen takdir bazen tenkide kayıyor. Çıkışa ulaşmamız toplam 20 dk. kadar. El sallıyoruz....
İşlerimizi hallettik, evdeyiz artık, önceki günün yorgunluğu pazar trafiğinin gerginliği biraz hırpalamış bizi... Aramızda yorumluyoruz günü, Turkuazoo'ya giriş sebebimizi ve amacımızı...

Sonuç: Giren = 25x2 = 50 TL
Çıkan = Naif

7 Şubat 2010 Pazar

Çarşaf nevresim...

Bir zamandır kendim şüphelenmeye başladım, moralim bozuk, sinir eşiğim düşük, keyifsizim, herhangi bir eylemde bulunmak istemiyorum... Bugün pazar, bana ait tek gün hayatımda, ne dışarı çıkmak ne evi toplamak, ne berbere gitmek ne de duş almak istiyorum...
İstemiyorum...
Kaan'la takılmak istiyorum, TV karşısında, wii karşısında, film izleyerek oyun oynayarak birşeyler atıştırarak geçirmek istiyorum.... Yorulmak istemiyorum, beynimi ve bedenimi ziyan etmek de istemiyorum....
Artık yatağımı paylaşmadığımdan kimseyle daha bir özensiz oldum... Bilmiyoru ne zamanda özene bözene çarşaf nevresim değiştirmiştim. Renkleri çok uyumlu değildi ama olsundu kim görecekti ki!
Bugüne gelirken yorganla her gece ilginç mücadelelere girdim, yavaştan düğmeleri açılmaya başlamıştı nevresimin. Boğuşmalarımız bizi geçen haftaya kadar getirdi, yorganı soyup soğana çevirdiğim güne kadar... Sonrası barış içerisinde geçti, nevresim de ayrılmadı yataktan ama artık birlikte olmadıkları kesindi...
Artık değiştirmem gerekiyor sanırım nevresimi, her ne kadar külfetin kralı olsa da... Sanıyorum çünkü aslında bir ihtiyaç olduğundan emin değilim, kimseyle de paylaşmayınca da oooo bana ne!!!!!

devam ediyor....

Elimden gelen herşeyi yaptım durdurmak için arabayı, vitesi büyültüp geri küçülttüm, freni pompaladım ama yok yokuşun bitişindeki yola doğru kaymaya devam ediyorum. Ayağım frende elim kornada, kendime kızıyorum "salak selektör yapsana kornayı kim duyacak" diye...
rtık şansıma güveniyorum belki ben tam yola inerken bir ara gelmez yolun karşısına kadar giderim bu sayede yada burundan vursalar belki ciddi bir hasar görmeden atlatabilirim diye...
Rampanın yola kavuştuğu noktada donuyorum araba ile birlikte, sağ ayağımı frenden çekemiyorum durmuşum oysaki artık kaldığımız yerden devam edebiliriz.... Bir dakika kadar ayağımı fren üzerinde yumuşak ve dengeli tutamıyorum. Ayağımı kaldırır gibi olduğumda arabanın hareketlenmesi ile freni köklüyor sağ ayağım, kontrol henüz bende değil anlaşılan... Ama 2 dakika sonra köprü trafiğindeki yerimi almışım, hiçbir şey olmamış gibi...
Son 2 metresi kuru olmasaydı o rampanın kim bilir nerelerdeydik şimdi!

31 Ocak 2010 Pazar

İstanbul'da kar yılda bir kere yağar...

Tespit yanlış da olabilir, sırf yazı başlığı olarak da kalabilir. Ama bence İstanbul'a kar yılda bir kere yağar...
Bu kar aralıkta ocakta şubatta olabilir. Sizin yapacağınız bu karın keyfini çıkarmak,ü eldivenlerinizde bu karı ezmek, yuvarlamak ve sonra onu ona buna atmaktır. Karda yürümek lazımdır sesini duymak için, aklınıza "kART KURT" tan Kürttün nereden türediği de gelebilir ama karda yürümek lazımdır. Her sene en az bir kez...
Karlı günlrt geride kaldı İstanbul'da hava 13-15 derece bugün. Ama anlatacağım birkaç gün öncesinden henüz havanın ısınmadığı günlerden... Her zaman takip ettiğim yoldayım daha birkaç dakika önce motorlu bir polisin göstere göstere bana ceza yazdığına şahit olmuşum.

Anlatacağım süreç belki 2 belki 40n saniye sürdü.... Yoldaki sulu karın etkisiyle kaymaya başlıyorum, duramıyorum, vites değiştiriyor el frenine sarılıyor, geleceğimi planlıyorum. Yapabileceklerim kısıtlı, akışı görmem lazıım, yokuştan aşağı kayarken kendimi ve hayatımı değerlendiriyorum.

17 Ocak 2010 Pazar

Arzu'nun yeni evi...

Özlem'in kardeşçiği Arzu Baytur'dan ev tutunca benimle komşu oldu(işyerim dolayısıyla, tabi zamanımın çoğu işte geçince). Daha güzeli bu vesileyle Özlem İstanbul'a geldi (taşınma işlerine yardımcı olmak için). Biz de bütün akşam Bahadır'ı çekiştirme şansı yakaladık. Ama uluorta söylemem, Bahadır arasın öğrensin konuşulanları...

Özetlen;
Özlem'i iyi gördüm keyfi yerinde gibim sevindik, Bengisu özenecek ama özlediğim sahile bir indik (canım rüzgarlıydı sen sevmezdin), birçok bira üzeri iki kahvenin ne kadar etkili olduğunu öğrendik-yine sevindik, Özlem'in de birayı ne kadar sevdiğini yeniden gördük, afiyetle yiyip içip adabıyla güzel muhabbet ettik.

Her zaman beklerim...
Ha kocanı da getirebilirsin sorun değil....

Başlığa bakınca; Arzu'nun evi de pek güzel, site güzel, manzara yok(yeterince yüksek değil), insanları güzel, güle güle otursun.

Ne güzel...

Spora başladım ya son zamanlarda verdiğim en doğru karar olsa gerek... Önemli olan sağlıklı olalım forma girelim falan değil, kendine vakit ayırmak güzel.

Ha! bu da böyle biline...